SONSUZ BUCAKSIZ
Bu kez kalemin değil klavyenin başına geçtim ne yazacağımı bilmeden. Nermi Uygur'u sevenlerin kanına dokunacak olsa da, benim naçizane fikrimin bu olmasından ötürü çok sıkıldım, ben de kendi yazıma sarıldım. Ne zamandır sadece bu site için değil, kendim için de yazacak vakit bulamıyordum. Benim de sahip olduğum yaşama şimdilik "en güzel zamanların" dense de, öğrenci olan biri için pek en güzeli olmuyor. Nermi Uygur' un 'Denemeli Denemesiz' kitabını seçmiştim kendime edebiyat sınavım için. Asrın hatasını yapmışım kendimce. Bu kadar kültürlü bir yazar, felsefeci olmasına rağmen, biyografisi ne kadar büyük olsa da, yazıları bir o kadar yordu beni. Felsefe çok derin bir şey malum. Çok anlamasam da, zaten anlamadığım konularda da konuşmayı pek sevmem, bilmiyorum der, ya da onu bile demeden susarım. Ama "Deneme" olgusunu 1. sayfada da 73. sayfada da bilmem kaç yüz bin kelime kullanmana rağmen hala daha bitirememişsen, ben yorulurum.
Yorgunluğumu da kendimle atıyorum işte. Çok stresli gergin bir yapım olduğundan, kaçışı yazılarda buluyorum. Mide problemlerim de hep bundan. Ha, midemi bulandıran çok insan var o ayrı konu, ama stresim de kendi kendimi bulandırıyor. Bazen kendi kendimin bile midesini bulandırabiliyorum. Ne bulanık bir mideymiş be bendeki! Gerçi ben de bulanıyorum. Nermi Uygur'dan sıkılmam da bundan olsa gerek. Çünkü ben günlük hayatımda da detaylarımda boğuluyorum. Mesela minibüs şöförünün biri beni sıkıştırdı, ben de ona 'orospu çocuğuuuu' dedim diyeceğim, onu 'hangi caddede hangi saatte neden nasıl hangi ışıktayız neden oraya gittim ben kimim' şeklinde anlatıyorum. Hatta bazen bir örnek vererek bir konuyu bir konuya bağlamaya karar veriyorum sonra o ilk örnekte o kadar kaybolmuşum ki bağlayacağım konuyu unutuyorum. O sebeple, benim detaylarım bana yetiyor.
O minibüs şöförünü anlatmalıyım ama gerçekten. Hatta toplum arasında kendine yer edinememiş iktidarın köpeği olan belediye, devlet çalışanları hakkında bir kitap falan yazılmalı. Ya bir gün, eski sevgilim arkamda, ben onun bana aldığı (sonrada geri aldığı) şirin nostalji motorumun direksiyonundayım. Minibüs yollarından birindeyiz; hangisi olduğuna girmeyeceğim çünkü yol özürlüyüm, kendi evimi bile anlatamam, bir yere 10 kez gitmezsem her gidişimde kaybolurum. Gördünüz mü yine detaylarımda boğuldum. Neyse kırmızı ışıkta şirin şirin duruyorum arkamda bir minibüs, önümde bir başka minibüs; biraz da yüksek sesle arkamda oturan erkek arkadaşıma minibüs ve otobüs şöförlerinin ne kadar şerefsiz olduğunu, ben önlerine geçsem bile üstüme nasıl kırmaya çalıştıklarını anlatırken, arkamdaki minibüs şöförü bunu duydu. Ohhh! İyi de oldu. Her neyse tam bunun üzerine önümdeki minibüs, yeşil yanınca ilerledi ve herkes tam sürat gitmeye başlamışken bu kancık, bu orospu çocuğu lönk diye tek bir yolcuya aç kurtlar gibi saldırmak adına o göt içi kadar alanda daha yer olmamasına hatta yolcunun bile binmemesine rağmen benim önümde durdu. 1 cm kaldı çarpmama; hayır o sinek çarptı sanacak ben çarpsam, ama olan bana olacak. Arkamdaki minibüs de sövüşlerimi duydu ve zaten önceki muhabbete kulak misafiriydi, farlarıyla göz kırptı kankisine. 'Önemli olan da buydu, en azından ne bok yediklerini öğrenmiş oldular' deyip, içimdeki Polyanna'yı narin bir kadınla orta yere lak diye bırakıyorum. Minibüsler iğrenç yerler, hele İçerenköy minibüsü, yürümeyi bile bilmeyen insanların mekanı. Nereden mi biliyorum? Ben orada oturuyorum. O kadar dolu oluyorlar ki, hiç doğramadığım soğan kokuları o yukarıya asılı kollardan suratıma çarpıyor, hiç doğramadığım halde o soğanlar beni ağlatıyor. İçimden, 'minibüse bincek paran varsa, gidecek bir yerin varsa, banyon da vardır!' deyiveriyorum. Ön yargı deyin, ne derseniz deyin, ama ben zaten birinin benim koluma çarptığı an, o çantası, minibüsün dur-kalkıyla bana değdiğinde bile tahammül edemeyip en müsait en mükemmel yerde inip yürüyorum. Dayanamıyorum. İstiklal Caddesi de öyle benim için. En güzel yerler orada, benim için eğlence orası, sanat orası, ama yürürken o kadar sinirleniyorum ki…. Daha doğrusu, yürüyemiyorken. Herkes üstüme yürüyor, herkes önümde duruyor, İstanbul trafiği oraya taşınıyor, herkes bana çarpıyor… Küçüklüğümden kalma bir travma mıdır nedir bilemeyeceğim ama otobüslerde de yollarda da fordçuların gazabına az uğramadım. Ne şerefsizler gördüm, minibüste az kişi olunca açıp orasına burasına dokunan. Hayır sanırsın bir Adriana Lima, bir 'Barbara herhalde, Barbara, manken olan'…. Ama yok Türk erkeklerinin damarlarında dolaşıyor abazalık. Açlık. Kadın açlığı. İleride, çok zengin olunca, her birine şişme kadın yaptıracağım. Neyse, ödevlerdi sınavlardı çok gerginim kafamı dağıtmak da istemiyorum çünkü vicdanım yanıbaşımda oturuyor hemen. Ama n'apayım? 1 haftadır erteliyorum zaten kafamdaki kelimeleri, düşüncelerimi. Dönüp dolaşırlarken onlar, ben 'Şşşşt! sessiz olun ödev yapıyorum, gidin buradan!' diyorum. Bu da içime çok dert oldu. O yüzden şimdi beni kimse alıkoyamaz yazmaktan.
Nermi Uygur'un kitabı beni buna itmedi, bildiğin attı. Ruhum şişti şişti patladı sanki. Sanat insanın ruhundadır diye düşünüyorum ben. Önemli olan sanat tarihi kitaplarını yutmak, iyi bilmek değildir. Sanat akımları hakkında süslü cümleler kurmak da değildir sanat. Sen istersen ansiklopediyi yut, duygusal zekân olmadıktan sonra, sanatın S'sinden bihabersin. Çünkü sanat, hissetmekle, duyguyla var olan birşeydir. Sen diyorsan ki, 'ben, beyaz olmadan bir modern konsept düşünemiyorum, benim en sevdiğim renk odur' diye, sen hiçbir şey bilmiyorsundur. Çünkü Beyaz bir renk değildir.
Okumakla adam olunmadığını hepimiz biliyoruzdur umarım. Ben, hissediyorsam yazarım. Ben hislerimle varım. Bence günün en hisli zamanı da, "Gece"dir. Ben de kendime gece diyorum.. Ben, sessizlikte uyuyamam. Türkçe dublaj yapılmış o en bilindik seslendirmeli, berbat dublajlı filmlerlede uyuyamam. Ben defalarca izlediğim, sonunuda başını da bildiğim dizilerle, filmlerle uyurum. Anısı olan.. Çünkü detaylarda boğulduğum için dikkatsizim. Aynı anda o kadar çok şey düşünüp yapıyorum ki.. O yüzden, kayıbım en güzel gecelerde. Kendime hapisim. Ama bunu da seviyorum. Kendimle konuştuklarımı birileri duysa, ruh sağlığımdan şüphe eder. Gerçi o birilerine ihtiyacım da yok kendimden şüphe etmek için. Çünkü kendi arzusuyla geçmişinden soyunmayan bir insanım. Beni ben yapanın bunlar olduğunu düşünüyorum. Ve asla da bırakmayacağım. Eğer bırakırsam, her bir sonraki sevgiliden, her arkadaştan, her duygusal ilişkiden, kişiden şüphe ederim. Ama ben herkese ne hata yaparsa yapsın sınırsız şans tanıyorum. Kişiler hayatımda olmasalar da, ben yine de seviyorum onları. Ben birini sevmişsem sevmişimdir ötesi yoktur. Aynısı olumsuzu içinde geçerli. Dünyanın en iyi insanını koy karşıma, başından sevmedimse, sonradan ister parande atsın, isterse uçurumdan atlasın, ıııh! Olmaz.. Uçlarda yaşıyorum ben. Mutluluğu en yükseklerde, mutsuzluğu en diplerde.. O yüzden mutluluğumda yıldızlarıma uçuyorum, mutsuzluğumda en derin okyanusların dibinde boğuluyorum. Ortası yok benim için hiçbir şeyin. Biri ya var olur ya da yok olur. O yüzden bana arafı yaşatan erkeklere aşık olurum ya zaten. O erkekler beni kendine yakıştıramaz, benim onlara nasıl âşık olduğumu da anlayamaz, şüphe ederler. Haklılar. Bendeki aydınlık geceyi görmekten korkan çok insan var. Görenlere de sonuna kadar varım, olurum, olacağım.
'Asla' dediğim zaman, kendime verdiğim sözü tutmak zorunda hissederim kendimi. Küçüklükten bir alışkanlık benimkisi. Babam küçükken bana en istediğim şey olan "akülü araba" için, 'Söz kızım' demişti. En son, yaşım geçtikten sonra sözü yerine getirmeye kalktığında, "Baba ben büyüdüm!" demiştim. O yüzden söz veriyorsanız, sözünüzün eri olmayı başarın. Adam ya da insan olamıyorsanız, en azından olmak istiyorsanız, ilk adıma, verdiğiniz sözleri tutmakla başlayın. Çünkü; gerçekten insan olmanın ilk adımı burada başlıyor. Yalanlar azalıyor sözler tutulunca. Kandırmalar, kanmalar eriyiveriyor yavaş yavaş. O yüzden ben pek asla demem. Emin olmadığım sözler vermek istemem kendime. Bir kez dersem onu feriştahı gelse değiştiremez. O yüzden genelde insanlara da "Bakarız, söz vermeyeyim" derim. Babam gibi olmamak adına. Ona da demişim zaten bacak kadar boyumla zamanında (kendisi 1.96 boyundaydı ve ben, o öldüğünde 12 yaşımdaydım). Belinin boyuna bile erişememiştim henüz. Şimdi oldum dana kadar, o ayrı. Ona da demişim küçücük halimle "BABA! Bir daha bana tutamayacağın sözler verme!" diye. Kandırılamayan bir çocukmuşum. her bi boktan anlıyormuşum maşallah. Bebekken, ilk doğduğumda zekâmdan şüphe etmişler. Arnavutluk olduğu için soyumuzda, herhalde ondandır, gözlerim çok çekikmiş. Hatta benimle 'japon balığı' diye dalga geçerlerdi, ilkokulda, süt reklamında oynadığımı gördüklerinde, "Japon balığı süt reklamında oynamış, hahahah!" diye. Çok ağlardım. Meğerse hepsi kıskançlıkmış. Zaten hayatımda ne kazık yediysem kıskanç insanlardan yedim. Sevgili kıskançlığı değil ama bu. Nemrut olanlardan. 'Niye bende yok da onda var' diyenlerden gelen kazıklar.. Kulak asmamak yerine, reklamda oynadım diye utanmışım. Mütevaziliğin bokunu da çıkarmışım. Ama yine de bakıyorum da, hiçbir şeyi iyi yaptığımı savunamıyorum. Bir başkası iyi yaptığımı da söylese, övse de, kendime yakıştıramıyorum bir şeyi iyi yapmayı. Özgüven eksikliği değil bu. 'Bu ben bu kadar mükemmel değilim, kendimi sizin dediğiniz gibi yüksekte göremiyorum'un başka bir biçimi. Ama bazı insanlar bir bok olamadıkları halde bütün herkese yukardan bakıyorlar ya, ona deliriyorum. Bir tek burs alan, bir tek farklı dil öğrenen insan oymuş gibi, tek mühendis oymuş gibi, nasıl da övüyor kendini… Üzülüyorum, o kadar yukardan bakarken kafa üstü yere yapışacaklar diye. Enteresan olan, bu insanlar öyleyMİŞ gibi yapıyor. Aslının ne olduğunu herkes biliyor çünkü. Kendileri de bildikleri için gizleme işlemini egolarına atıyor, bence daha da zavallılaşıyorlar. Bilgiyi bilmeyenin aptal olduğu gibi, bilgiyi bilenin ve kendine saklayanın da aptal olduğu söylenir. He bu bahsettiklerim, ikincilerden. Zaten bir insanın diline çok vuruyorsa, aslında hiçbirini yapmıyor demektir. Ben çok biliyorum diyen insan hiç bilmiyordur. Mesela benim, bilmediğimi iddia ettiğim konularda da 'aaa valla bak birşeyler biliyormuşum' dediğim oluyor. Ama bu insanlar analarının karnında daha fındık bokuyken her bir boku biliyor maşallah.
'Ben acı çekmiyorum, ben âşık olmam' triplerine hiç kimse girmesin. Herkes ya da her insan bir gün yaşıyor. Bilim adamlarının araştırmasına göre, tam net bilmiyorum ama, çoğu çocuk 1 ila 3 yaş arasını hatırlayamaz. Sıfırdır, boştur. 10 yaşında hafızanın şekillendiğini söylüyorlar. Madem egodan bu kadar bahsettik, demek ki bende de aynı zekâdan hatta daha da fazlasından varmış ki o zamanları hatırlıyorum. Annemle babamın, ben 2 yaşındayken daha bir şeyden anlamazken ön sevişmelerini görüp anlıyordum. Hatta ilk gördüğüm erkek organı babamındı. Ne olduğuna anlam verememiştim tabi ki, biraz daha büyüyene kadar. Ya da babam annemi dövüp, 1.96'lık adamın 1.65'lik kadını duvarlara yapıştırdığı, kan revan içinde bıraktığı zamanları da, beni kandırmak adına 'Şakalaşıyoruz' dediği, tahta tabloları düşürecek şiddette atılan tokatları da hatırlıyorum. Geceleri karanlıkta dolaşmayı sevdiğimden, karanlıktaki minik beyaz noktalardan kırmızı gözlü yaratıklar oluşturduğuma varana kadar net her şey. Annemle gittiğim iş yeri yolculukları, hafta içi anneaneme, Beylikdüzü'nden İçerenköy'e bırakılışlarım. Dönüşlerde, her ne kadar yol özürlü olsam da, Beylikdüzü'ne gelirken yol ışıklarının ne kadar seyrekleştiğinde heycanlanışlarım da hala hafızamda. Zaten ben bana yapılan iyiliği unutmadığım gibi, kötülüğü de asla unutmam. İntikam benim tarzım değildir. Ben daha çok, affederim, çünkü affetmediğim zaman kıvranırım dururum. Almak istediğim cevaplar uğruna kendimi geri zekalıların gözünde düşürürüm. Arafta bırakmışlardır çünkü beni. Ne gelmişlerdir ne gitmişlerdir. Ben de hep net bir cevap istediğimden paralarım kendimi.
Affetme huyum insanlara ödül gibi gelse de, aslında bu benim kendime yaptığım iyiliktir. Onlardan intikam almasam da, her defasında, bir gün yapılan şeyleri unutmadığımın, unutmayacağımın göstergesidir. Ama sorsan, dün ne yedin, onu hatırlamam. Bunların hepsi travma. Bana dipteki ya da yüksektekini yaşattıklarında, yer ediyor ta en derinime kadar. Beni ben yapan şeylere katılıveriyor. Ne olursa olsun vazgeçmeyeceğim anılarımdan. Çünkü o zaman kimseye şans vermeyen, her ilişkimde eski ilişkilerimde olanlarla karşılaşıcağımdan korkan bir insan haline gelirim. Zaten kimseye güvenmiyorum ben. Hep şüphe kapım açık. Herkesten her şeyi beklediğim için yıkılmadım henüz. Niyetim de yok, hoş. Çünkü acılarım beni güçlendiriyor. Bir gezi direnişçisi gibiyim adeta. Her gaz bombasında, biber gazında daha da hırslanıyor, daha da büyüyüp, çoğalarak çıkıyorum sokaklara. Bıkmadan usanmadan savaşırım. Savaşçıyım adeta. Annemin ve Babamın bıraktıkları miras bu bana. Ve her daim yaşatacağım. Ezmeye çalışırken beni, gözümde küçülüp ezilen insanlara karşı buradayım. Gitmeye de hiç niyetim yok.
Çok fazla hayalim var benim. Aşk, para, bıdı bıdı bunlar klişe.. Onlar da var tabi, ama önce ben, hayallerimin kısıtlanmamasını hayal ediyorum. Kendimi kendime kanıtlamak için, somut birşeyler istediğim için hayal ediyorum. Hayal gücüm biraz geniş evet. Neler hayal ettiğimi bir benim gözümden görseniz, dünyanız durur. O yüzden de paranoyalarımdan arınamadığım zamanlar da olmuyor değil. Bazen durup düşünüyorum, ya bu yaşadıklarımızı aslında yaşamıyorsak, bunlar aslında bize aklımızın bir oyunuysa diye.. Bilemiyorum. Şu anda mutluyum. Çünkü, biri bana öğretti: "Mutluyum dediğin an içerisinde mutlusundur." Mutluluğumu başka insanlara bağlamamayı öğrenmeye başladım gibi gibi. Ama biliyorum ki, biryerlerde çok daha mutluyum. Orası burası mı, buna hiç mi hiç emin değilim.
Hepimiz, söylenene göre çıplak doğduk, evet, ama neden her birimiz suçsuz doğmamıza, bebeklere melek demelerine rağmen, birşeylerin cezası meleklere kesiliyor? O zaman Tanrı var mı? Bence yok. Dostoyevski bile demiş ki, "Eğer dünyada bir çocuk bile acı çekiyorsa, Tanrı yok demektir." Şahsen ben bizzat çektim bir dünya acı. Bir gün biri beni bulur da, 'gel sana kitap yapalım' derse şayet, o zaman yazarım acıklı romanımı. Düşün, o kadar uzun ki, roman olur. Bilim kurgu değil yalnız. Sonuna da şunu koyarım: "Gerçek olaylardan alınmıştır." Duygu sömürüsünü hiç sevmem, çok sayıdaki trajedimden olsa gerek, sevmiyorum. Daha çok benim tarzım, trajedilerimi trajik-komik haline getirmek. Düşünüyorum da, başka türlü kalkamazdım altından, onca yaşanmışlığımla dalga geçmeden…
Eline bir bıçak ya da silah almadan da katil olabiliyor insanlar. Ben de olmuşumdur hiç şüphesiz. Ama ben öldürmemek adına daha çok susup gidiyorum. Çünkü çok ağır cümlelerim var benim. Bir başladım mı anasının hörekesinden girip, babasının taş ocağından çıkacak kadar, bir o kadar küfürsüz, ama bir o kadar keskin. Dedim ya, bıçak olmadan da katil olunabilir, benim kelimelerimdir bıçağım. Ya da bıçağım kelimelerim. Ama hep öldürmemek adına soktum kelimelerimi kınına. Defalarca hem de. İçten beni paraladılar, patladılar içimde volkanlar, onları söndürmek adına hızlı hızlı silmeye yetişilmeyecek sessiz gözyaşlarım yetiştiler bir itfaiye kılığında. Hoş, itfaiye de her zaman, yanan yanar, giden gider, sonra gelir değil mi? Benim de öyledir işte gözyaşlarım. Biten bitti mi, arkasından dökülürler.
'Küçüklüğüme dönsem keşke' diyemedim hiç. Hep kaçmak istediğimdi küçüklüğüm zaten. En son 'Durdum, kaçmıyorum, burdayım!' dedim ve yüzleştim. O gün ben, ben oldum. Gece oldum. Ama yine de dönmek istemedim. Sadece yanıma aldım, o kadar. Çünkü hala küçükken inandığım şeylere inanıyorum hayallerimde, yıldızların gerçekten yıldız şeklinde olduğuna, yağmur yağdığında, özellikle, ben ağlarken yağıyorsa, yıldızların beni yalnız bırakmamak adına ağladığına, elimi uzatsam bulutları mıncıklayacağıma, yıldızlara ereceğime… Hala inanıyorum. Hala en karanlık gecelerde çimlere uzanıp yıldızlara bakıyorum saatlerce. Ben aklımdan annemle babamı geçirdiğim anda büyük bir yıldız parlıyorsa, 'onlar bana cevap verdi' diyorum kendi kendime. Karma var diyorum, ki bence gerçekten var, yoksa da olacak arkadaş! Geçende taahhütle aldığım, taksidi bir türlü bitmeyen o telefonumu çaldırdım bundan 1 ay önce. Zaten teknolojik aletler, ben kullansam da kullanmasam da ya tuvalet deliğine düşmüştür, ya durduğu yerde bozulmuştur, ya da çalınmıştır. Ben de isterdim, eskiyene kadar kullanayım da, eskiyince yenisini istemeye yüzüm olsun diye, ama hiç yaşayamadım onu. Yine geçenlerde arkadaşlarla toplanmışız, içtik içtik içtik ama nasıl alkollüyüüüüm. Kontrol elimde, henüz bırakmamışım. Konuşuyorum, yürüyorum ama kim konuşuyor, kim yürüyor, sor bana ben biliyor muyum? Neyse bir arkadaşı başka arkadaş gaza getirdi, şişe çalsana diye. Biz çulsuzlar sen git Smirnoff 100lük, bir de 100lük yani, ve 50lik Red Label çal… 50liğin yarısı boşmuş ama. Muş diyorum çünkü ben yoktum. Ertesi gün öğrendim yani. Neyse tabi ben dayanamadım, dedim 'varımı yoğumu dökeceğim, o şişelerden alacağım'. Şişeler bana da yar olmadı zaten, n'oldu ne bitti bilemiyorum şu an. Sonra da kendimi, 'hala arkadaştaysa mekandan alınan şişeler 300 TL'lik oluyor, pahalısını içeçeğiz' Polyanna fikrine aşılayıp süpermarketten aldım 100lük Smirnoff'u ve 35lik Red Label'ı. Yarısı boştu, ondan 35lik aldım, param olmadığından falan değil. Götürüp vermeye yeminliyim yani neyse gittik heycanlı heycanlı anlatıyoruz falan. Beklediğimiz tepki, 'peki, sağ olun'du. Ama şaştım kaldım öyle olmadı, bir kahkaha koptu, 'amacımıza ulaşmışız, o kadar sarhoştuysanız ne mutlu bize vicdanlı hırsızlar, hahahaha!' diye. Evrende alışveriş olduğundan da, cevap gecikmedi; 1 aydan fazla haber alınamayan, 1 sene borcu olan, çalınan iphone'um, başkası tarafından satın alınarak bana geldi. İşte bunların hepsi karma. Ya da atasözü kitaplarına göre, 'ne ekersen onu biçersin' hesabı. Ama arkadaş, ben bu kadar çektirecek ne ektiysem, biç biç bitmiyor. Ben inanmıyorum bu kadar kötülük ettiğime. Bence dünyada nadir bulunan, dürüst, düşündüğünü çat diye söyleyebilecek patavatsızlardanım. Mutluyum da yani. Yalan söylerken kalp atışlarım hızlanıyor ve söylediğim yalanı her defasında unuttuğum için hep yakalanıyorum. Ya da bir yerde beni başkası görüyor, ötekine söylüyor. Yalan benim yaradılışımda yok yani. Zaten isteyerek de yapmadığım bir şey olduğundan dolayı da, çok da şikayetçi değilim ortaya çıkmasından. Beni vicdan azabından, yalanı unutma salaklığımdan arındırıyorlar sağolsunlar o 3., 5. şahıslar. Demiştim ya, mutluluğu da sonlarda yaşıyorum diye, iphone'um bulunduğunda evin içinde çığlık çığlığa koşuyordum en son. Yerimde yo-yo gibi bir aşağı bir yukarı zıp zıp zıplıyordum.
Mutsuzluğumu da hiç sormayın, saatlerce hıçkıra hıçkıra ağlamıyorum tabi ki, ama kimseyi istemiyorum, konuşmak istemiyorum, bir şey yapmak istemiyorum, kimse bana baksın istemiyorum. Sanırım maskem düşecek diye korkumdandır. Çünkü ne zaman kime maskemi indirsem, kime gardımı düşürsem, benim acılarımdan, hüzünlerimden korkup kaçtılar. Fazla geldi onlara. Bunu gördüğümden beri mutlu taklidi yapmıyorum. Mutlu oluyorum. Sadece mutsuzluklarımı saklıyorum içimde. Yengeç burcu ne zaman korksa kabuğuna saklanırmış, aynı hayvanı gibi. Bir kez gördüğüm için, bunu saklamayı öğreneli çok oldu. Çok gülerken de açık vermekten korkarım ben. Gözlerim bir başka bakar çünkü. Hislerim anlaşılacak diye elim ayağıma dolanır. Birinin bana uzun uzun baktığını hissettiğimde de, utanırım. O yüzden en arka köşe sıralar benimdir. Kimse beni incelemesin uzun uzun, ben çaktırmadan herkese bakayım diye. Ama gel gör ki, hocalar inadına beni en öne koyar. Hissediyorlar mıdır nedir?
Neyse okuyucularım varmış 58 kişicik, onlara sesleniyorum: bu kez biraz uzun oldu, ama bunlar benim kendi kendime konuştuklarım ve ardı arkası kesilmeyen, kesilmeyecek cümlelerim. Gökkuşağının bittiği yerdeyim ama artık gökkuşağının 8. rengini de aramıyorum. gecenin en aydınlık noktasındayım; çünkü hayallerim, umutlarım orada sonsuz. Aynı 'Boşluk' gibi… Sonsuz, bucaksız...
- Gece (26.12.2013)
KARMA KIRIŞIK (Gece'den savrulanlar)
Boşlukları hayatla dolduranın hikâyesidir okuyacaklarınız.. Gece'nin kaderini paylaşmaya niyetliyseniz, ayrıntılara göğüs gerin; ve bilin ki, meselenize özen ve düzen değildir bu özel kelâmlar. Çünkü, verecek ışığı olmayana, 'Gece' hep zifiri karanlıktır...
İLETİŞİM İÇİN:
Yazarın diğer eserleri:
Birileri, 'paylaşmak' mı dedi demin?