
KERMES (Kadife Eldiven'den sözler)
Kadife Eldiven'den sözler sunduğumuz bu sayfada, gezmeyi ve dolu dolu yaşamayı ilke edinen taze bir ruhun izlenimlerine tanık olunuyor...
BİR TADIMLIK İZMİR
Canlarım ciğerlerim,
Başlamadan önce affınıza sığınıyorum. Ben böyle gezip tozuyorum, hem hafızama anılarım kazınsın hem de sizlerle paylaşabileyim de her gittiğimde not defterleri dolduruyorum ama sonra oturup yazmaya fırsat bulamamaktan yakınıyorum. Yazık oluyor o güzelim gezilere. Hem sizleri, hem kendimi üzdüm.
Şimdi, yaz gibi sımsıcak bir yazıyla karşınızdayım. İstanbul'umun karanlık ve yağmurlu havasından tıngır mıngır uzaklaşıp, daha Haziran ayının başında bile sıcağıyla insanı kalın bir battaniye gibi kucaklayan Ege'nin incisi İzmir'e kaçtım.
Güvendiğim bir otobüs şirketiyle seyahat etmeye karar verdim ama iyice araştırmadan o kadar da güvenmemek gerekiyormuş. Sekiz saatlik, yeşilin çeşit çeşit tonunun arasından geçerek gidilen, rahat koltukların üstünde ve kulağımda birbirinden güzel müziklerle geçen bir yolculuk kulağa çok hoş gelse de böylesine uzun bir seyahatte sadece iki defa 15 dakika mola vermek hiç tatlı değildi. Böylece acemi bir gezgin olarak bir ders aldım; müzik ruhunuzu ve hayallerinizi ne kadar güzel süslerse süslesin, manzara gözlerinize istediği kadar bayram ettirsin, yolculuğun tadını, arada aldığınız nefesler belirliyor.
İLETİŞİM İÇİN:
Yazarın diğer eserleri:
Daha önce ilçelerin ziyaret etmiş, denizine doymaya, tatil yapmaya gelmiştim ama bu nice şiire, yazıya ilham olmuş, tarih kokan şehri gerçekten gezememiştim. Kordon, Alsancak, Karşıyaka, Konak, o meşhur saat kulesi... Hepsini kendi gözlerimle görmek istiyordum bu fırsatı yakalamışken. Ama ne yazık ki beni pek de hoş karşılamadı İzmir. Tam şehre girdik, oh ne güzel geldik derken durduğumuz ilk ışıklarda kaza yaptı otobüs. Neyse ki, çok büyük bir şey olmadı da evrak işleri tamamlanınca kolayca yolumuza devam edebildik. Alelacele eşyalarımızı kaptığımız gibi soluğu bizi kalacağımız muhite ulaştıracak serviste aldık. O servisin şoförü de tam bir trafik canavarı çıktı. Vites değiştirmeyi beceremeyen, hız düşkünü, son anda kaza yapmadan durabilen, bir de böyle kötü kullanırken bütün suçu etrafındaki araçlarda bulan gösteriş düşkünü birine denk gelmek kesinlikle şehirde hoş karşılanmadığımı düşündürdü. Yolda tutunabildiğim kadar sıkı tutunup, bildiğim bütün dualara sığınırken, bir yandan da camdan görebildiğim kadarıyla nasıl bir yere geldiğimi çözmeye çalışıyordum.
Fazla klişe olacak sanırım, ama söylemeden edemeyeceğim. Buranın sıcağı bir başka bunaltıyor insanı, İstanbul gibi değil, çok özleyip de sarılınca bir türlü bırakmayan bir kardeş misali sıcak her an daha bir sarmalıyor sizi. Evde bile, her saniye alttan alta devamlı bir sıcak basması haliyle başbaşaydık. Sıcaktan kaçan bu arkadaşınızın kemikleri iliklerine kadar ısındı, yetmedi sıcağı İstanbul'una da taşıdı.
Hiç mi seni gülümseten bir şey olmadı ilk gününde derseniz, hava karardıktan sonra şehrin ışıltılarını balkonda esen, hafif, mis kokulu esintiyle izlemek çok tatlı noktalamamı sağladı günümü. İzmir ile ilgili ilk izlenimlerim böyle oldu.
Akraba düğünü, kınası, hazırlığı ve eğlencesi yüzünden, İzmir'i doya doya gezebilmek için sadece bir günüm vardı ama şükürler olsun ki gerçekten dolu dolu geçti. Böylece, şehri hem görüp, hem tadabildiğim, dünyalar güzeli bir günle karşınızdayım. Öğleye doğru, Buca'da kaldığımız evden çıkıp Konak'a geçtik. Daha önce fotoğraflarda gördüğüm meşhur saat kulesini canlı canlı gördük, meydanda dolandık biraz, haritayı inceleyip ilk kurşunun atıldığı yeri de öğrenmiş olduk. Olmazsa olmaz hatıra fotoğrafı çektirdik, o da yetmedi, dönemin modasına uyduk, bir de selfie (özçekim mi diyorduk artık?) çekmeyi denedik de kuleyi sığdıramadık.
Sonrasında şehrin nabzının yüreğinizde attığını hissedebildiğiniz çarşıya girdik. Çeşit çeşit hediyelik eşyalarla, gümüş takılarla, süslü nargilelerle dolu vitrinleri izleyerek, içimizde envai çeşit hediyeliği görünce kabaran alışveriş isteğini bastırarak asıl istikametimiz Kızlarağası Hanı ve çevresindeki kahveci ve söğüşçülere doğru ilerledik. Madem bu kadar meşhurmuş buradaki söğüşçüler, önyargıları bir kenara bırakmak lazım değil mi? Dil-yanak ikilisini, bol acılı ve soğanlı söğüş halini pek sevebildiğim söylenemez. Benimle yiyenler de pek beğenmeyince, herhalde doğru mekanı bulamadık hissiyle ayrıldık oradan ve kahvecilerin yolunu tuttuk. Sedirler, alçak sehpalar ve bolca desenle düzenlenmiş Şark köşesi havasıyla bezeli minik kahvecilerin arasında yürürken kendimize oturacak bir tane beğendik. İstanbul'dakilere göre daha az ayak altında oluşu en başta kalbimi fethetti. Bizimle ilgilenen mekan sahibi ağabeyin samimi ve gülümseten tavırları ise bir güzel neşelendirdi bizi bol köpüklü, bol telveli, leziz kahvelerimiz ve yanında da şirin lokumlarımız gelmeden. Arada geçen potansiyel müşterilere tatlı ısrarları, diğer mekan sahipleriyle hoş muhabbetlerini izlemek çok zevkliydi. Bir de hemen karşımızda bir sokak sanatçısı kemanını çalmaya başlayınca, çevredeki esnaf bir alkış tutuşu, sanatçıya bir söyleyerek bir dans ederek destek olmaları iyice keyfimizi yerine getirdi. Bolca fotoğraf çektirmeyi de unutmadık. Oradaki abimiz sağ olsun, sayesinde aynı mekanda onlarca fotoğrafımız var ama hepsinde de mutluyuz, kocaman sırıtıyoruz.
Sonrasında koşa koşa motora yetişip, Alsancak'a varana kadar kendimizi Ege'nin tatlı ninnisinde dinlenmeye bıraktık. Sahilde uzunca bir yürüyüş yaptık ve her adımımızda gezimize desteklercesine tatlı ve ılık olan hava yerini ısrarcı bir güneşe bırakmaya başladı. Tenimiz ısındı ve sahildeki rüzgar denizin tuzunu ve kokularını üstümüze mühürledi. Bunalmış bir şekilde bulduğumuz ilk pastaneye sığındık ve buz gibi limonatalarla içimizi ferahlattık.
Kordon'a motorla geçerken, sabahki hafif bulutlardan eser kalmamış, güneş denizle tatlı tatlı oynaşmaya başlamıştı. Zamanın kısıtlılığından dolayı, ne yazık ki güneşin batışını izlemek için fazla erken gitmiştik. Ama moralimizi bozmamaya çalışarak, bize ısrarla önerilen balıkçıya oturduk. Deniz ürünlerine derin bir aşk besleyen biri olarak her yeni tabak geldikçe daha bir keyifleniyordum. Damağım bayram etti desem yeridir. Yeşil salata ve bol zeytinyağlı, sarımsaklı, limonlu deniz börülcesiyle başlayan şöleni, leziz kalamar tava ve tarator sos, tereyağında hala cızırdayan sıcacık karidesler ve şişte pişirilmiş ilk kez denediğim ve bayıldığım dil balığı izledi. Denizin kokusuyla ızgaranın tadı damağımda dans etti diyebilirim. Memnun ve doymuş bir şekilde bu geziyi bitirdik.
Sizin de dikkatinizi çekmiştir; leziz yemekler yemek ve görebildiğim kadar çok yer görebilmek odaklı bir geziydi bu. Sadece yeni bir yeri gördüğümde değil, hayatımın her anında uygulamaya çalıştığım felsefe; insan zevk ve mutluluk için yaşamalı, hem kendisi hem çevresi için. Leziz yemekler, tatlı bir sohbet, yeni insanları tanımak, yoldan geçenleri izleyerek başka hayatları düşünmek, fırsat olursa farklı hikayeler dinleyebilmek... İşte bunlar hem bir geziyi, hem de hayatı renklendiren şeyler. Bundandır, böyle dolaşmam ve gezgin olma çabam.
Fazla gevezelik ettim ama azıcık kınadan ve düğünden bahsetmeden edemeyeceğim. Dikkatimi çeken belli başlı farklılıklar var İzmirliler'in adetlerinde. Mesela genelde olduğu gibi kına bir salon tutularak değil, sokağın ortasına kurulan ışıklandırmalar, süslemeler ve plastik sandalyelerle kurulan bir günlük bir eğlence alanında yapılıyor. Daha samimi ve tabi ki daha ferah oluyor, İzmir'in o bunaltıcı sıcağından sonra. Gelinlerini ağlatmaya kıyamıyorlar ve güle oynaya kına yakıyorlar, bereket getirsin diye içi para ve şekerle dolu testiyi kırıyor gelin, sonrasında başının üstünde tutulan bir tepside şeker kırıp misafirlere dağıtıyorlar. Tatlı bir hayatları olsun, bolluk bereketle yaşasınlar diye. Düğünde de şekerin yerini, her dans edenin önüne atılan paralar alıyor. Özellikle beyler, arada sırada da gelin ve damadın annesi çıkıp çıkıp gelinle damadın önüne, çevrede dans edenlere para saçıyor. En çok dikkatimi çeken ise, dans etmeye tek kelimeyle bayılıyorlar. Hele o yaşlı başlı teyzeler... Nasıl göbek attıklarını, roman havasından oynadıklarını anlatamam. Bana taş çıkardıkları kesin.
İzmir hakkındaki genel izlenimime gelirsek; rahat, sakin ve huzurlu insanlarla dolu, insanları gibi rahat bir şehir burası. Giydiğinize, üstünüze başınıza kimse garip garip bakmıyor, kendileri de rahatlar bu konuda. Bir yazlık beldedeymiş gibi yaşıyor insanlar. Koşuşturmaca, bir yere yetişme derdi yok. Hayatı düşük bir tempoda, huzurlu yaşıyorlar. Bundan dolayıdır ki birbirlerine ve çevrelerine karşı anlayışları da takdire şayan. Otobüste savrulunca yanınızdaki insan niye üstüme geldin diye kızmak yerine gülümseyip sizi kaldırıyor. Buna bile şaşırır ve takdir eder hale gelmek de, aslında ne kadar kaba saba, anlayışsız, hoşgörüsüz bir toplum içinde yaşamaya alıştığımızı gözler önüne seriyor. Üzülsem mi, sevinsem mi bilemedim.
Bir diğer husus da şu ''Gavur İzmir'' muhabbeti ki bahsetmezsem çatlarım. Hayatımda bu kadar milliyetçi, bu kadar kurucu ilkelerine bağlı, devletçi, Atatürkçü bir şehir görmedim, göreceğimi de sanmıyorum. Resmen her nefeslerinde Türk bayrağını ciğerlerine çekip, nefesi İstiklal Marşı'yla veriyorlar. Beni şaşırtan küçük ayrıntılardan biri; kına olan evin balkonuna Türk bayrağı asmalarıydı. Ne alakası var şimdi, iki insanın evlenmesi, kızını gelin veren bir ev ile Türk bayrağının? Bir diğeri ise, hem kına organizasyonu, hem de düğün Onuncu Yıl Marşı ile sona erdi. Kınada biz giderken arkamızdan çaldılar da düğünde hepimiz ayağa kaldırıldık ve asker damadımız elinde mikrofonla ve misafirlerin alkışlarıyla hepimize bir ağızdan marş söyletti, sonra da vedalaştık. Fazla siyasi yoruma girmek istemiyorum ama sanki İzmirliler günümüzdeki politikalara karşı bir tavır olarak, bu küçük davranışlarıyla modern bir İstiklal Savaşı içindeler, o ruh ve o duygularla yaşıyorlar her gün.
Lafı bu sefer çok uzattım, umarım kimseyi bunaltmamışımdır. İzmir'den hatırımda kalan, sıcacık havası, o çok sevdiğim mis gibi deniz kokusu, leziz yemekleri ile kahvesi ve rahat, sıcak ve samimi insanları oldu. Semtleri öyle çok farklı değil İstanbul'dan, Alsancak, Caddebostan sahilini, Kordon, Fenerbahçe kıyılarını hatırlattı bana gezerken ama havası bir farklı buranın. Doya doya tekrar gezebilmek ve tadabilmek dileğiyle vedalaştım bu şehirle de. Sevilecek yermiş, İzmir.
- Kadife Eldiven (30.06.2014)







Birileri, 'paylaşmak' mı dedi demin?