top of page

SEKİZ AY ON DÖRT GÜN ALTI SAAT BEŞ DAKİKA

 

Kelimeler kafamda dört bir yana dağılmış bilyeler gibi bu aralar. Teker teker hepsi çok güzeller ama bir araya gelemiyorlar bir türlü. Eskiden yazmak çok kolaydı oysa. Hayır, söyleyeceklerim bitmedi, bitmez zaten. Bir yaşında konuşmaya başlayan bir insandan sessiz kalmasını bekleyemezsiniz değil mi? Sadece anlatmaktan bir miktar yoruldum sanırım. Zaman geçtikçe insanlarla iletişim kurmak daha zor bir hal almaya başlıyor. Karşılıklı olarak tecrübelerden setler çekiyorsunuz kendinize çünkü sabırsız oluyorsunuz. Kimse sizin onu bu hale getiren insanlardan farklı olduğunuza, iyi bir insan olduğunuza inanamıyor bir türlü, onu geçtim, toptan iyi insan olgusuna inanmıyor bazıları. Paranoyaklık diz boylarını aşıyor, yenilen kazıkların ceremesini siz çekiyorsunuz kendi yediğiniz kazıklara rağmen. Sonra fonda “Masum Değiliz Hiçbirimiz” çalıyor… Tek bir bakış yetsin istiyorsunuz, yavaş yavaş suskunlaşıyorsunuz. “Söylenmemiş hiçbir söz yok” sözü bile söylenmiş hale geliyor.

 

Hâsılı kelam, bu ara bünyede bir depresyon söz konusu, hoş bunları yazabildiğime göre o kadar da depresyonda sayılmam. Gerçekten hayattan kopan bir insanın içinden hiçbir şey yapmak gelmez diye duymuştum. Karamsarlık daha doğru bir ifade olabilir aslında. Gözlükte pembe rengi bir türlü sevemedim. Neyse… Ben hikâye anlatacaktım, hikâye olmadan başlıyorum.

 

İncecik ipleri vardı

Onu şimdilik hayata bağlayan

Küçücük gözleri vardı

Ağladığında beni maviye boyayan

O hayatımın çocuk yanıydı

Beni sevdi benden çok

Yaralarıma üfledi

Dudakları beni öptü benden çok

Çıkarıp küçük kalbini yerine koydu beni

Benden çok sevdi

 

Kar gibi soğuk elleri vardı

Avuçlarımda eriyip kaybolan

Kızdığında dikenleri batardı

Öyle biriydi severken canını yakan

O kalbimin çocuk yanıydı

Beni sevdi benden çok

Çıkarıp küçük kalbini yerine koydu beni

Benden çok sevdi

 

_ REDD_

 

Neden çalıyordu ki bu şarkı şimdi? Ona iyi olan hiçbir şeye layık olmadığını bir kere daha hatırlatmak için mi? Pardon, hatırlatmak hafif kalır buna beynine vidalamak demek daha doğru olur. Aheste aheste, acıta acıta…

 

Oysa ki tek istediği lanet olası işgününe ayık bir şekilde başlayıp, insanlara tahammül edebilmek için kahve almaktı. O kadar şanslıydı ki kahve aldığı yerde ona ilk söylediği melodiler çarpmıştı kulaklarına ve ruhuna. Dinlerkenki yüz ifadesi hala aklındaydı, onun her anı aklındaydı aslında, ilmeklerle işlenmişti hatıralarına.

 

Aşka, sevgiye dair bütün sözler yaşanmışlıkların etkisi geçtikten sonra yazılmış sözlerdir. O içindeki bağırma isteği, soluksuz kalışlar, nefes alamamalar, kalbin kor olması, özlemekten aklın şaşması hep iyileştikten sonra yazılır. Onun ise şu anda tek bir kelimesi yoktu. Tek hissettiği bu dünyaya fazla geldiği gerçeğiydi. Ya o gidecekti, ya dünya.

 

Sevmişti be… Kendisinde sevilebilecek tek bir şey bulamazken o bir gün çıkıp gelmiş, kendine rağmen sevmişti. Olduğu gibi, rol yapmadan, sorgulamadan. Az çatlak hatun değildi hani. Zaten normal bir insan sevemezdi ki onu. Bütün yapaylıkların içinde gerçeklerdi. Güzeldi be, çok güzeldi. Gitmeseydi… Buğulanan camlara güneşler çizseydi yine, kızdığında çatsaydı kaşlarını, ciddi görünmeye çalıştıkça iyice sevimli olsaydı, iğneleseydi laflarıyla, başına işler açtığında “geçti” deseydi, avuçlarında kaybolsaydı elleri… Sahi hep soğuktu elleri, yazın bile zor sınırdı. Gitmeseydi… Off insanlar, çok fazlasınız!

 

O gün oraya gitmeyecekti, o kadar içmeyecekti, konuşmayacaktı o kadınla, elini tuttuğunda ittirecekti ellerini, benim sevdiğim bir kadın var diyecekti, o otelde oda tutmayacaklardı. Düşünememişti işte, sürüklenmişti fettanlığına, adını bile hatırlamıyordu üstelik. Kadın numarasını bir kâğıda yazıp çekip gitmişti, yırtıp atmıştı kâğıdı, deli gibi pişman olmuştu. Ama o pişmanlığını bilmiyordu işte, anlayamıyordu, zaten anlaması da gerekmiyordu. Yapmayacaktı… “Üstüne eller sinmiş” demişti. En kötüsü sessizce gitmişti, bağırmadan, kavga etmeden. Cam kırıkları gibi bakıp gitmişti. Defalarca aramıştı, arkadaşlarıyla konuşmuştu ama o sanki hayatında hiç olmamış gibi sonuçsuz bırakmıştı bütün denemelerini. Hiç etmişti onu. Hak etmişti ama müstahaktı ona…

 

Sekiz ay on dört gün altı saat beş dakikadır hayatında yoktu. Yaşanmamış saydığı sekiz ay on dört gün altı saat beş dakika. İyi miydi acaba? Haberlerini alıyordu ama yetmiyordu işte. Mesela kimdi o yanındaki tip? Adını söylemişlerdi ama hatırlamıyordu. Hatırlarsa gidip ağzının ortasına okkalı bir yumruk çakmaktan korkuyordu çünkü. Ayrıca hakkı da yoktu böyle bir şey yapmaya.

 

“Pardon, bir geçebilir miyim?” diyen bir çift boncuk gözün sesiyle irkildi. “Tabi buyurun.” dedi iletişim kurmaya çabalayarak. “Hava çok soğuk değil mi? Ellerim dondu resmen.” “Evet, kış ayındayız, haliyle. Bu yakınlarda mı oturuyorsunuz?”

 

 

- Can (04.05.2014)

Yazıyorum, Öyleyse, Varım! (Can'dan inciler)

  • Wix Google+ page

Can'dan incileri paylaştığımız bu sayfada, bir mucizenin kelimelerle raksına rastlamamak mümkün değil!

İLETİŞİM İÇİN:

Your details were sent successfully!

Yazarın diğer eserleri:

Birileri, 'paylaşmak' mı dedi demin?

OLASI TAKİPLER İÇİN

  • Facebook Classic
  • Twitter Classic
  • c-youtube

© 2013 by İmlâcı (Orhan E. Özenç) Tüm hakları saklıdır.

bottom of page