KAVRULMUŞ LEBLEBİ
Okuyacağınız hikâye gerçek bir hikâyedir. Şuradan şuraya gitmek nasip olmasın ki bak. Tarihi değeri de vardır üstelik. Olası hatalardan ötürü şimdiden affımı rica ederim. Mihenk taşı olanlara, tam kaybettim derken ilhamıma can olanlara selam olsun.
Her insanın hayatında yer etmiş bir koku vardır, evinin kokusu, yağmurdan sonraki toprak kokusu… Kuru yemişçideki terazilerin en başında duran, zekâsı gözlerinden fışkıran on iki yaşındaki çocuğun hayatı ise kavrulmuş leblebi kokuyordu. Hesapla arası iyiydi ama kasada durmayı sevmezdi. Bu özelliği dükkânlarına gelen dönemin Maliye Bakanı Ekrem Alican’ı da hayrete düşürmüştü zamanında. Buna rağmen parayla pulla şimdilik işi yoktu, hem kasada durmak sıkıcıydı. O, hareketli olmalıydı, koşuşturmalıydı, en değerli varlıklarını, kuruyemişlerini elleriyle hissetmeliydi. İşleri kolay değildi. Sene 1944 olunca ve Ankara’nın tek kuruyemişçisi olunca yoğunluk had safhada oluyordu haliyle. Ceviz, fındık, pestil, üzüm, kayısı, kabak çekirdeği, Antep fıstığı hep farklı yerlerden trenle geliyordu. Onları muhafaza etmek; taşımak için Saman Pazarı’ndan at veya merkep kiralamak gerekiyordu. Ama şikâyetçi değildi bu durumdan, hatta mahalle arkadaşına, gözünün kapanmasına, bu yüzden beden eğitimi dersinden ikmale kalıp okuyamamasına ve babasıyla birlikte çalışmasına neden olduğu için teşekkür bile ediyordu. Yılbaşı yaklaşıyordu, özel paketler hazırlanacaktı. Seri bir şekilde tartıyor, kese kâğıtlarına koyuyordu kuruyemişleri. Geceleri ikilere üçlere kadar dükkânda kalıyorlardı yoğunluktan. Bu yoğunluğun karşılığı da oluyordu haliyle. Dönemin gergin ortamından satışlar etkilenmemiş en basitinden üzümün kilosu 13 kuruştan 73 kuruşa çıksa bile satışları devam etmişti. Savaşın olasılığı bile yetiyordu fiyatları patlatmaya. Şeker almak neredeyse imkânsızdı. Karşıdaki tatlıcının kardeşi de bu yüzden çırak olarak yanlarında çalışmaya başlamıştı zaten. Zaman, kese kâğıdına dökülen kuruyemişler misali akıp gidiyordu siyasetin gerginliğinde.
Takvimlerin 1958’in günlerinden birini gösterdiği o gün de diğer günlerden farklı başlamamıştı aslında. On altı yıldır çalışıyordu Orhan Bey. Bir sürü yaşanmışlık biriktirmişti genç yaşında ama gene de hayrete düşürecekti onu şahitlik edecekleri. Dışarıdan gelen sesleri duyduğunda yeni gelen malları teftiş ediyordu. Seslerin sahipleri yabancı değildi dükkânlarına, Adnan Menderes ve Deniz Baykal düzenli müşterilerindendi ama aralarında olanlar inanılacak gibi değildi. Deniz Baykal Adnan Menderes’in yakasına yapışmış bağırıyordu!
-
Özgürlük istiyoruz özgürlük!
-
Yakama yapışacak kadar özgürsün ya!
Ortalık karışmadan ayırdılar, birisi halihazırda diğeri müstakbel iki devlet adamını ama özgürlük ve demokrasi savaşı devam etti ve bu savaş iki sene sonra 60 ihtilali olarak patlak verdi. Kim kazandı kimse anlayamadı ama geride nesillerin konuşacağı insanlık ayıpları kaldı.
60 ihtilaliyle dumanaltıydı hala 1972 senesi. O gün dükkânlarından alışveriş yapan MİT’ten bir albaydı, Fahrettin Özatalay. Fahrettin Bey’i tanıyordu da Orhan Bey, onun yanında gelen beyi henüz tanımıyordu ama tanıştırılacaklardı. Zira bu sefer Fahrettin Bey’in geliş amacı fındıklar değildi. Beyin adı İlhan Daş’tı, çok sevdiği arkadaşı Namık’ın da arkadaşıydı aynı zamanda. 60 ihtilalinde parmağı olanlardandı ve sıkıntıdaydı haliyle. Olayların dışında kalmış birilerine ihtiyacı vardı İlhan Bey’in ve Orhan Bey de bunun için biçilmiş kaftandı. Yardımcı olmayı kabul etti Namık’ın hatırı için Orhan Bey. Beklediği yardım çağrısı ise bir gece ansızın uykusundayken geldi. Aceleyle hazırlanıp İlhan Bey’in Bayındır sokaktaki evinde aldığı soluğu. Evde içinde Mukbir Özyürük ve Ekrem Acınel’in de olduğu yedi kişi onu bekliyordu. Ekrem Acınel tanınmamak için kasket takmıştı, durum ciddi olmasaydı dalga geçerdi haliyle Orhan Bey ama düşüncelerini kendine saklamayı seçti. Adapazarı’na gitmeleri gerekiyordu. Oradan İstanbul’a geçip Orhan Kabibay’la görüşeceklerdi. İkinci görüşme bayramın ilk günü Çankırı’daki bir lokantada oldu. O Çankırı’nın karlı yollarda çektikleri Allah ve Orhan Bey arasında kalmıştı. Çocukları, Süheda yolunu gözlemişlerdi günlerce. Süheda olmasaydı nasıl atlatırdı o zor zamanları hiç bilemiyordu zaten. Süheda’nın ismi dilinde melodi, sevgisi kalbinde bakîydi de belli edemezdi pek fazla. O bilirdi ama onu ne kadar sevdiğini, halden anlardı, zaten onun için onun sol yanıydı. Sağ sağlim dönünce hep beraber rahat bir nefes almışlardı. O görüşmelerin nasıl sonuçlandığını hiç bilemedi Orhan Bey, cevabı sekiz sene sonra 80 ihtilaliyle geldi.
"Just a moment please" deyip, sadece duyanlara hatıraları fısıldayan fotoğraflarını getirmeye gitti yaşlı adam. Hayat izler bırakmıştı belki ama bakışlarını ve esprilerini alamamıştı ondan. Madem merak ediyorlardı anlatacaktı onlara kendi hikâyesini. On dokuz yıl oluyordu kapatalı kuruyemişçisini ama fotoğrafına batığında birden kavrulmuş leblebi kokmuştu odası. Tezgâhın arkasında tek başına duruyordu, şapkasını henüz almamıştı o zamanlar. Sahi şapkalı fotoğrafı neredeydi? Ufak bir araştırma sonunda onu da buldu, dinleyenlerinin yanına geri döndü ve anlatmaya başladı: "Sene 1944;...."
- Can (19.05.2014)
Yazıyorum, Öyleyse, Varım! (Can'dan inciler)
Can'dan incileri paylaştığımız bu sayfada, bir mucizenin kelimelerle raksına rastlamamak mümkün değil!
İLETİŞİM İÇİN:
Yazarın diğer eserleri:
Birileri, 'paylaşmak' mı dedi demin?