top of page

Birileri, 'paylaşmak' mı dedi demin?

Boşluktaki Masal (Kalamiti'den masallar)

 

Kalbur zaman içinde kulaç atmanın bir ölçüsü varsa, bunu himmetinden sual olunmaz kalemlerden görmek en evlâsıdır. Keskin kalemiyle cümlelerin dalgalarını bir hikâyenin seline, bir masalın girdabına çeviren Kalamiti, uzaklardan, pek uzak adımlardan seslenmektedir bu köşeye...

HAYALLER VE GERÇEKLER

 

     Ben ne zaman böyle oldum bilmiyorum. Bu anlamsız hayata sürüklenişim ne zamana denk gelir hatırlamıyorum açıkçası. Ama uzun zaman önceydi, ondan eminim. Üniversiteden mezun olmuş, yeni bir hayata başlamak üzere olan hevesli bir gençtim o zamanlar. Gerçekleştirecek çok hayalim, başaracak hedeflerim ve evlenmeyi istediğim bir kız arkadaşım vardı. Para kazanıp, sevdiğim kızla evlenip, mutlu mesut bir hayat geçirecektim güya. Eşimle dünyayı gezecek, her yıl para biriktirip ilginç seyahatlere çıkacaktık. Hevesimizi aldıktan sonra da, aşkımızın meyvesi, dünyalar tatlısı bir bebek… Kafa dengimi bulmuştum; benim gibi gülen, benim gibi heyecanlanan, benim gibi üzülen bir kızdı Defne. İlk görüşte aşk değildi bizimkisi ama daha sağlam temelli olan arkadaşlıkla başlayan ilişkilerdendi. Üniversiteden mezun olmuş, hayallerimin işini ararken tanıştım Defne’yle. Görüşmeye gittiğim bir inşaat şirketinde çalışıyordu. Benimle görüşmeye girecek arkadaş rahatsızlanmış, onun yerine Defne girmişti mülakata. Mülakat değil de sohbet diyelim biz ona. Sonrasında o inşaat şirketinden beni aramadılar. Defne’yle tatlı sohbetimize rağmen işi alamamıştım. Profesyonel hayatta tatlı sohbetler değil, akademik başarı ve iş hayatındaki tecrübeler dikkate alınıyordu tabi ki. Aradan 2 ay geçti, ben hala iş aramaktaydım ve artık çok daha az seçiciydim. Hayalimin işini bulmaktan, sosyal haklarımın çiğnenmeyeceği, maaşımı düzenli alacağım bir işe kapak atma düzeyine gelmiştim. Umutsuzdum. Artık hayalimin işinin ne olduğundan dahi emin değildim. Sonra günlerden bir gün, hafta sonu gittiğim bir alışveriş merkezinde ona rastladım. Defne elinde poşetleri, bir cafeye girmiş sipariş veriyordu. Onu görür görmez tanımıştım. Ayrıca spor kıyafetleri içinde çok şık görünüyordu. Gidip onunla konuşmayı düşünmedim bile tabi ki. O cafeyi geçip gittim. Fakat sonra ne olduysa dönüp dolaşıp yine o cafenin önünde buldum kendimi. Bir çay içmeye karar verdim. Tesadüfe bakın ki tam Defne’nin masasının karşısına oturmuştum. Göz göze gelmemiz ihtimal dahilindeydi ki, bunu düşündüğüm anda Defne’nin bana baktığını gördüm. Beni tanıyıp tanımadığından emin olamadığım için hemen selam vermeyip bekledim. Bana saatler gibi gelen birkaç saniyeden sonra Defne’nin ağzı açıldı ve suratına bir gülümseme yayıldı. Derin bir nefes alan ben de, tabi ki o anda sırıtmaya başlamıştım. Beni tanımasının nesinin bu kadar harika olduğunu anlamaya çalışıyordum. Masadan masaya birbirimizi tanıdığımızı ve hatırladığımızı belli eden birkaç kelimeden sonra Defne’nin davetiyle onun masasına geçtim ve konuşmaya başladık. O günden sonra aradan 3 gün geçti ve fakat ben sürekli Defne’yi düşünüyordum. Hayatımda en heyecanlandığım anlardan biri olduğunu hatırladığım o dakikalarda da Defne’nin mülakat sırasında vermiş olduğu kartvizitteki telefonu arar bulmuştum kendimi. İşte bizim hikayemiz böyle başladı. Yaklaşık bir ay boyunca dışarı çıktık, dolandık, sohbet ettik, arkadaş olduk. Birbirimizi tanımaya ve anlamaya çalıştık. Ben ise bu sürede kendimi çok net anlamıştım. Defne’den hoşlanıyordum. Hatta ona aşık olmuştum. Bunu biliyordum ama açılamıyordum bir türlü. Fakat alkolün yardımıyla 2008’e elveda, 2009’a merhaba dediğimiz o yılbaşı gecesi, bunu da başardım. Defne’nin olumlu cevabı sonrası ilişkimiz başladı ve uzun bir süre devam etti. Sonra? Sonrası hüsran… Şimdiye geliyoruz işte. Şimdi ne oldu? Şimdi Defne yok. Gitti. Nereye gittiğini bilmiyorum ama sanırım Paris’e taşındı. 

 

Ocak ayının son haftası işe girdim. Hayallerimdeki işi bulamamıştım ama memnundum halimden. Defne’yle ilişkimiz ise devam ediyordu, mutluyduk, sürekli gülüp eğleniyorduk. Bu mutluluk dönemi bir yıl kadar sürdü. Hatta daha bile uzun. İşim sıkıcılık konusunda gittikçe artan bir performans gösterirken, hayatımda Defne’nin olması sayesinde hala hayallerimin peşinden gidecek gücü görüyordum kendimde. 

 

İlişkimizde ikinci yılımızı doldurmuştuk ki, kara bulutlar üzerimde dolanmaya başladı. Yaklaşan fırtınanın ilk belirtileri Defne’den gelmişti. Ben onun gelecekteki eşim olduğunu hayal ederken, kafamda gezip göreceğimiz yerleri sıralarken ve ona deli gibi aşıkken o, ayrılmak istediğini söylemişti. Nedenini sorduğumda bir şeyler anlattı, hatta uzun uzun anlattı fakat ben hiçbir şey anlamadım. Anlayamadım daha doğrusu. Mantığım anlamak için çaba sarf ederken kalbim Defne’nin söylediklerini duymuyordu bile. Aşıktım ve doğru kadını bulduğumu biliyordum, bunun ötesinde bir şey yoktu benim için. Defne’nin neden ayrılmak istediğini bilmiyordum ama onu zorla yanımda da tutamazdım; sonuçta ayrıldık. Yalnızlığımla baş başa kaldığımda, neden, diye sordum kendime defalarca. Yanıt bulmaya çalıştım ama somut bir şey bulamadım. En sonunda da şuna karar verdim: Defne ya benden sıkılmıştı ve yeni heyecanlar aramak istiyordu, ya da yeni bir heyecan bulmuştu bile. Bu karara vardıktan sonra da depresyona girdim. Girmişim daha doğrusu, ben ilk başta bende meydana gelen değişikliklerin sebebini anlayamıyordum. Psikolog bir arkadaşımla konuştuğumda, bu yeni karamsar ruh halimin adının depresyon olduğunu söyledi. 

 

Defne’yi deli gibi özlerken ve onun kiminle nerede ne yaptığını merak ederken, uyuşmuşçasına hissiz olmam garip geliyordu bana. Ağlamak, sinirlenmek, eşyaları kırıp dökmek, arkadaşlarıma çıkışıp tartışmak, içki içmek, sürekli yemek yemek veya ara vermeden durmadan çalışmak lazım geliyordu. Normal insanlar böyle yaşarlardı ayrılık dönemlerini herhalde. Fakat bende bunların hiçbirisi olmadı. İçten içe özlemle kıvranırken, dışarıdan hayalet gibi görünüyordum. Hiçbir tepki vermiyor, ses çıkarmıyor, kimseye çatmıyor, sadece bana soru sorulduğunda konuşuyordum. Her sabah kalkıp işe gidiyor, çalışıyor, eve geliyor ve televizyon seyrediyordum. Sadece Fenerbahçe maçları olduğunda içimde heyecana dair bir şeyler kıpırdanıyordu seyrederken. O kadar. Onun dışında hiçbir şey hissetmeden işe gidip geliyordum. Hafta sonları da öğlen 1’e kadar uyuyor, evden dışarı çıkmıyordum. Hayatım tam bir rutine bağlanmıştı. 

 

Aslında ben bu rutinden memnundum. Hiçbir şey hissetmeden yaşamak kolayıma gelmişti. Kabuğumdan çıkma ihtiyacı hissetmiyordum. Fakat arkadaşlarım, hayatıma karışma gereği duydular ve bir psikologla görüşmemin iyi olacağını söylediler. Her hafta sonu beni taciz eden telefonlarını ve davetlerini söylemiyorum bile… 

 

Psikolog arkadaşımla konuştuğumda bana, Defne ile ayrılığımın beni çok derinden etkilediğini, çok acı çektiğimi ve bu acıyı hissetmemek için beynimin bana böyle bir korunma mekanizması hazırladığını söyledi. Kalp acısını unutmak için, hiçbir şey hissetmemeye ve yaşamamaya programlamıştım kendimi. Bu yüzden hiç dışarı çıkmıyormuşum, kimseyle konuşmuyormuşum, insanlarla her türlü iletişimimi minimuma indirmişim falan filan. Bunların toptan adına da depresyon deniyormuş işte. Peki, dedim, reçete nedir doktor bey. Öncelikle durumu kabullenmem gerektiğini söyledi doktorum. Acımı yaşamaktan korkmamalıymışım. Ağlamalı, bağırmalı, içimi dökmeliymişim. Arkadaşlarımdan uzak durmamalı, onların bana yardım etmelerine izin vermeliymişim. Hayata geri dönmelisin kısacası, dedi doktor bey. 

 

Bunların hepsine hak verdim. Arkadaşımın tespitleri doğruydu muhtemelen fakat ben hayata geri dönmek istemiyordum. Sadece Defne’yi istiyordum. Aradığı yeni heyecanını bulmuş muydu, onu merak ediyordum. Hayatımın kadınını benden çalan alçağın kim olduğunu öğrenmek istiyordum. 

 

Hiçbir şey daha iyiye gitmedi, daha da beter oldu. Depresyonumda üçüncü haftamı tamamladığım günlerde iş yerinde büyük bir kavgaya karıştım. Daha doğrusu kavgayı ben başlattım. Hislerim yavaş yavaş geri geliyordu fakat maalesef ilk geri gelen his, öfke olmuştu. Delicesine bir öfke. Sinirlendiğimi hissetmiş, kendimi kontrol altına almaya çalışmıştım. Ancak iş arkadaşımın ısrarlı soruları ve yüksek ses tonu nedeniyle, sinirlerimi kontrol altına almak bir yana, kendimi onun üstünde suratını yumruklarken bulmuştum. İş yaşamında asla affedilemeyecek bir hata… Bu hadise sonrasında işten çıkarıldım tabi ki. Artık hem mutsuz, hem terk edilmiş, hem de işsizdim. Daha kötüsü olamazdı herhalde. 

 

O dönemde arkadaşlarımın yardımları olmasa, iyice dibe vururdum muhtemelen. Fakat onlar benden bir türlü vazgeçmediler ve bana yardım taleplerini durmaksızın sürdürdüler. Böylece yavaş yavaş hayata geri dönmeye, dışarı çıkmaya, hatta eğlenmeye başladım. Ancak paralarım suyunu çekiyordu. İş bulmalıydım. Kavga çıkararak işte kovulan birini kim işe alırsa artık… 

 

Bu arada, Defne’nin ne yaptığını hala merak ediyordum ancak arkadaşlarıma soracak cesaretim yoktu. Duyacağım şeylerden korkuyordum. Benden ayrılır ayrılmaz başkasıyla yeni bir ilişkiye başladıysa mesela, bunu kaldıramazdım. Yeniden depresyona girmekten korkuyordum. En iyisi şimdilik Defne’yi unutmuş gibi yapmaktı. 

 

 

Aradan tam olarak ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum açıkçası. Yeni bir işe girmiştim fakat işimden nefret ediyordum. İş yerinde çalışanlardan nefret ediyorum, şirketin binasından nefret ediyordum, binanın yanı başında, süslü kokonaların takıldığı cafe’den nefret ediyordum. Kısacası, para kazanmak uğruna çok sıkıntılı günler geçirmekteydim. Defne hala kalbimdeydi, ayrılık acısı dinmemişti ancak, duygularım geri gelmişti. Artık ruh gibi dolaşmıyordum. Espri bile yapabilir duruma gelmiştim. Bu, iyi bir gelişmeydi. Fakat hayatım anlamsızlaşmıştı. Bir hedefim yoktu, hayallerim ise çoktan yok olmuşlardı. İlerde bir ailem, çocuklarım olacak mıydı acaba diye kendime soruyordum bazen. Yaşıtlarım çoluk çocuğa karışmış veya çoğu evlenmişlerdi. Evlilikten şikayet edenler de olsa, çoğu mutluydu. Mutlu aile tablosu. Aman ne hoş… Sosyal olarak böylesi bir baskının altında eziliyordum. Ne bir ailem, ne bir sevgilim, ne harika bir kariyerim, ne de harika bir evim vardı. Hiçbir şeyim yoktu. Koskoca bir boşluk duygusu. Defne’nin açıp gittiği koca bir boşluk. 

 

Bir süre sonra yine karamsarlık basmıştı beni. Her şeyden Defne’yi sorumlu tutuyordum. Onun acımasızlığı ve kalpsizliği sebep olmuştu her şeye. Ona kızıyordum. Hayatımda yolunda gitmeyen ne varsa sorumlusu belliydi; Defne… Böylece ben kuş kadar hafif hissediyordum kendimi. Hiçbir sorumluluğu üstüme almıyor, hiçbir hatamı üstlenmiyordum. Tüm pişmanlıklarımın sebebi oydu. O zalim kadın… 

 

Aşk ve nefret duyguları arasında çok sıkı bir bağ vardır derler ya, bu doğrudur. Aşk ve nefret birbirini besler. Bir elmanın iki yarısı gibidirler, ayrılamazlar. Hayatta en çok, delicesine aşık olduğunuz kişiden nefret edersiniz. Çünkü bu dünyada canınızı en çok o acıtabilir; başka kimse değil. Fakat ondan nefret ettikçe aşkınızı beslersiniz farkında olmadan. Ne kadar çok nefret ederseniz, o kadar bağlanırsınız ona. Bile bile kendini zehirlemek gibi bir şeydir. Ya da gönüllü olarak yavaş yavaş ölmek… 

 

Ben Defne’den nefret ediyordum. Ondan intikam almak, ona acı çektirmek istiyordum. Beni kıskansın, bana geri dönmek için ağlasın yalvarsın istiyordum. Sürekli, sürekli onu düşünüyordum. Kimi zaman uykuya dalmamı engelliyordu bu düşünceler. Kafamda senaryolar yazıp onları oynatmaktan, huzurlu bir uyku uyuyamaz olmuştum. Sonunda, ondan haber almaya karar verdim. Kendi kendime yazdığım senaryoları ancak böyle durdurabilirdim. 

 

Ortak arkadaşlarımız çoktu, bu yüzden Defne’den haber almak hiç de zor olmadı. Beni çoktan unutmuş, yeni bir ilişkiye başlamış ve hatta nişanlanmıştı. Nişanlısı yurt dışında çalışan bir mimarmış. Evlendikten sonra yurt dışına taşınma planları varmış ve Defne çok mutluymuş. Nişanlısına sırılsıklam aşıkmış. Merak ettiklerimi öğrenmiştim. Artık kafamda senaryolar yazmama lüzum yoktu zira, gerçeği biliyordum. Defne benden ayrıldığı için pişman olmamıştı, geri dönüp af dilemeyecekti. Hayatından çabucak çıkıp gitmiştim. Bu kadar basit. Bu kadar kolay. 

 

O benim hayatımın kadınıydı, evlenmeyi hayal ettiğim insandı fakat ben onun için hiç özel olmamıştım. Ben birbirimiz için yaratıldığımızı düşünürken, o ruh eşini başka birinde bulmuştu. Yani ben yanılmıştım. 

 

Defne’nin mutlu aşk masalını dinledikten sonra günlerce düşündüm. Şimdi ne yapmalıyım, nasıl yoluma devam etmeliyim diye… En sonunda onunla konuşmaya karar verdim. Defne’yi hayatımdan çıkarmadan son bir kez onunla konuşmak istiyordum. 

 

Çok zor bir telefon konuşması olmuştu. Telefonu açıp benim sesimi duyduğundaki şaşkınlık ifadesini unutamam. Ama en azından sesimi tanımıştı. Züğürt tesellisi… Onunla son bir kez konuşmak istediğimi söylediğimde karşı çıktı. Onun eski sevgilisi olduğumu, nişanlısının bu durumu duyduğunda hoş karşılamayacağını, kendisinin de benle konuşacak bir şeyi olmadığını söyledi. Haklıydı. Fakat yine de ısrar ettim, daha doğrusu rica ettim. “Sadece 1 saat“ dedim, “O kadar. Sonra beni görmek zorunda kalmayacaksın.” Sonunda Defne’yi ikna etmeyi başarmıştım. Böylece cumartesi saat 12de buluşmak üzere telefonu kapattık. Bu zorlu telefon konuşmasını bitirmiş olduğum için memnundum, fakat şimdi yeni bir stres kaynağım vardı. Defne’yle buluşmaya, onu görmeye, ona yakın olmaya hazır olup olmadığımdan emin değildim. Kendimi tutamayıp ağlamaya başlayabilirdim veya Defne’nin ellerine yapışıp “Ne olur geri dön!” diye yalvarabilirdim ya da en kötüsü hiçbir şey konuşamazdım, nutkum tutulurdu. Bu ihtimaller beni dehşete düşürüyordu ve Defne’yi aradığım için kendime lanet etmeye başlamıştım bile. Cumartesine kadar geçen iki gün boyunca kendime lanet etmeye devam ettim. 

 

Fakat cumartesi saat 12’de Defne’yle buluştum. Ağlamadım, yalvarmadım veya nutkum tutulmadı. Ben gittiğimde, o bir masaya oturmuş beni bekliyordu. Uzaktan bir müddet izledim onu. Saçlarını geriye atışını, ellerini masaya koyuşunu, fincanın kulbunu döndürüp sonra tutuşunu, çayını yudum yudum içişini… Yanına gidip eski günlerdeki gibi sarılmak, saçlarını koklamak isterdim. Çok isterdim hem de. O an o kadar büyük bir acı hissettim ki içimde, nefesim sıkıştı, kaçıp gitmek istedim. Ama yapmadım. Defne’yi tamamen hayatımdan silmem için bugün onun yanına gidip konuşmam gerekiyordu. Bu, son şansımdı.

 

  • Merhaba. Çok bekletmedim umarım?

  • Hayır. Yeni gelmiştim ben de.

  • Tamam o zaman. Çay mı içiyorsun?

  • Evet.

  • Ben de alırım bir tane.

  • Garson gelir birazdan.

  • Nasılsın? Nişanlandığını duydum.

  • Evet. İyiyim, mutluyum. Sen?

  • Ben de iyiyim. Mutluyum. 

 

Çok mutluydum hem de. Deliler gibi. Mutluluktan havalara uçacaktım. Aşık olduğum kadın, başka bir adamla nişanlı olduğunu ve mutlu olduğunu anlatıyordu bana. Bundan mutluluk verici ne olabilirdi ki! Gözlerine bakamıyordum. Gözleri… Açık kahverengi. Bazen elâ… Ağlayınca çok güzel olurlar. Açık kahvenin öyle harika bir tonu olur ki, bakmaya kıyamazsınız. O kadar güzel, o kadar narin… 

 

  • Benimle ne konuşmak istiyordun? Fazla vaktim yok çünkü.

  • Acelen mi var? Bilmiyordum.

  • Evet. Eve gidip hazırlanmam gerek.

  • Nişanlınla mı buluşacaksın?

  • Neden soruyorsun ki?

  • Hiç. Öylesine. Neyse, ben konuya gireyim o zaman. 1 saat demiştik, 1 saatte bitirelim konuşmamızı.

  • İyi olur.

  • Defne ben… Ben seninle konuşmak istedim çünkü, bazen hala aklıma takılıyor. Yani… şey… neden böyle oldu? Sorun neydi gerçekten?

  • Hala bunu mu soruyorsun?

  • Hayır, bir dakika. Dinle lütfen. Bak ben seni hala unutamadım. Benim için hala hayatımın kadın sensin ve biz çok iyi anlaşıyorduk. Sen de mutluydun, bunu görebiliyordum. Ama sonra ne oldu? Ne oldu da sen vazgeçtin?

  • Ben vazgeçmedim. Sadece bitmişti. Benim için artık yaşanacak bir şey kalmamıştı.

  • Bu mu? Bu kadar mı yani?

  • Başka ne söylememi bekliyorsun? Aradan bunca zaman geçmişken beni buraya çağırıp neden ayrıldığımızı sorman yeterince saçma zaten.

  • Bir cevap vermeyecek misin?

  • Peki. İlişkimizi bitirmek istemiştim çünkü önümüzü göremiyordum. Hayaller kurmak yetmiyordu bana artık. Söylediklerini gerçekleştirebileceğine emin değildim. Ayakların yere basmıyordu.

  • Ayakları yere basan başka birini mi buldun?

  • Hayır! Yapma lütfen! Senden ayrılmam için illa başka birinin olması gerekmez.

  • Hayret. Ben ise seni ruh eşim olarak görüyordum. Böyle düşündüğünü tahmin etmemiştim.

  • Aradığın cevabı buldun mu? Artık gidebilir miyim?

  • Beni o kadar çabuk unuttun yani…

  • Hayır. Çok çabuk değil. Kararımın doğru olup olmadığını düşündüğüm zamanlar oldu. Hata mı yapıyorum diye sordum kendi kendime. Ama sonradan doğru bir şey yaptığımı anladım.

  • Peki. Sen beni çoktan bitirmişsin kafanda, kalbinde. Bunu biliyordum zaten ama yine de son bir kez seninle konuşup senden duymak istedim. Bu kadar umursamaz davrandığını kendi gözlerimle görmeseydim, hala senin için bir nebze önemli olduğumu düşünebilirdim. Ama hayır. Sen kendine yeni bir yol çizmişsin çoktan. Nişanlınla sana mutluluklar dilerim. Onu da beni üzdüğün gibi üzmezsin umarım.

  • Seni mutsuz etmek istemezdim, özür dilerim. Eminim sen de doğru kişiyi bulacaksın ve benim gibi mutlu olacaksın.

  • Geldiğin için teşekkür ederim.

  • Rica ederim. Fakat bundan sonra çok sık görüşmesek iyi olur.

  • Evet, biliyorum. Bundan sonra görüşmeyeceğiz zaten, merak etme. Bir daha seni rahatsız etmem.

  • Kendine iyi bak, hoşça kal.

  • Hoşça kal. 

İşte bütün konuşmamız böyle geçti. Bu kadar. Bana yeni bir şey söylememişti ama karşımdaki Defne benim hatırladığım kadından çok farklıydı. Değişmişti, başka biri gibiydi. Bir yabancı gibi… O umursamaz tavrı ve bakışları, bana hayatında en ufak bir yerim olmadığını hatırlatır gibiydi. Defne bambaşka bir yolda, bambaşka biriyle yürümeye başlamıştı. O gün konuştuğum Defne, yıllar önce benim evlenmeyi hayal ettiğim Defne değildi. Nihayet, onu hayatımdan çıkarmak için gereken motivasyonu bulmuştum. Hayallerimde büyüttüğüm ve her seferinde daha çok bağlandığım o Defne’den kurtulmanın zamanı gelmişti artık. Ben de onun gibi umursamaz olacak, ben de önüme bakacaktım. Kim bilir, belki yeniden aşık bile olabilirdim. 

 

O cumartesi 12.45’te ayrıldık Defne’yle. Konuşmamız 1 saati bile bulmamıştı ve ben bu kısa süre içinde nihayet her şeyin farkına varmıştım. Bunca zamandır kendimi boşuna hırpaladığımı, onun asla geri dönmeyeceğini anlamıştım. 

 

Sonrasında her şeyin daha iyiye gideceğini zannediyordum ama öyle olmadı. Evet, Defne defterini kapamıştım ama içimdeki boşlukla başa çıkmakta zorlanıyordum. Uzun zaman kafanızda bir şey varsa, o sizin bir parçanız haline gelir. Hayali bir arkadaş gibi düşünün. Ne zaman yalnız kalsanız, ne zaman boş vaktiniz olsa, hep onu düşünür, zihninizde onunla konuşursunuz. Kafanızdaki o düşünceyi kaybettiğinizde ise boşluğa düşmek kaçınılmazdır.

 

Şimdi bu boşluk dönemindeyim işte. Yönümü bulamadım henüz. Kendimi bir kez daha hayattan soyutlamamak için çalışıyorum sadece. Hobiler edinmeye gayret gösteriyorum, arkadaşlarımla dışarı çıkıyorum, mümkün olduğunca çok geziyorum. İşime pek bayılmasam da, o bile bir kaçış benim için. Yeniden aşık olabilmek için, neşelenmek, içten kahkahalar atmak, yaşamdan zevk almak için uğraşıyorum. İyi şeylerin olacağına inanabiliyorum. Her şeyime rağmen beni hayatına alacak ve acımasızca kırıp dökmeyecek bir kadın var elbet bir yerlerde. Sadece tanışmamızın vakti gelmedi henüz. Kader, benim biraz daha iyileşmemi bekliyor sanırım. Hazır olduğuma inandığında, o kadın her kimse karşıma çıkaracak. Biliyorum... 

 

 

- Kalamiti (12.03.2014) 

İLETİŞİM İÇİN:

Your details were sent successfully!

Yazarın diğer eserleri:

  • Wix Google+ page

OLASI TAKİPLER İÇİN

  • Facebook Classic
  • Twitter Classic
  • c-youtube

© 2013 by İmlâcı (Orhan E. Özenç) Tüm hakları saklıdır.

bottom of page